Yine hayatımın en ilginç tatillerinden birine başlıyorum. Amerika’dan gelen Iphone umu pasaportuma kayıt ettirebilmek için yurtdışına çıkmam gerekiyor; Kıbrıs, Batum vs dışında pasaportuma damga vurulması gereken yakın bir bölge ararken fırsat sitelerinden birinde 3 günlük Makedonya-Yunanistan tatili görüyorum, fiyatı da 139 TL olunca hemen satın alıyoruz.
Bakırköy Ömür Plaza’nın önünden Perşembe akşamı 20.00 de başlayan kesintisiz otobüs yolculuğumuz, Darülaceze’nin bir şubesini andıran otobüsümüzdeki teyzelerin “Şöför bey oğlum, peynircide duracak mıyız?”, “Bir mola daha verelim mi?”, “Aaa o kadar yolu tek şöförle mi gideceğiz ayol” nidaları ile başlıyor ve 4 saat sonra İpsala sınır kapısındaki yurtdışı çıkış harcı kuyruğunda bitiyor. Sevgili devlet memurlarımızın uzun süren işkenceleri sonucunda 1 saatimizi sınırda harcıyor ve zor da olsa Türk sınırından çıkıyor ve Yunanistan sınırından içeri giriyoruz. Yunanistan’da hiç zaman kaybetmeden direk olarak Makedonya sınırına doğru yol alıyoruz ve hudut kapılarında kaybettiğimiz saatlerin ardından Cuma günü sabahın köründe Üsküp’e varıyoruz.
Üsküp…
Makedonya’da ilk gözüme çarpan şeyler ülke ekonomisinin ne kadar kötü olduğunun bir göstergesi olan kumarhaneler, ülkenin birçok yerinde göze çarpan ve Sovyet devriminin bir göstergesi olan yüksek katlı ve küçük evlerden oluşan devasa toplu konutlar ve ülke ekonomisinin genellikle tarıma dayalı olduğunu gösteren ekili araziler oluyor.
Bir çoğumuz bilmez ama Yunanlılar ile Makedonlar arasında uzun zamandır süre gelen bir isim kavgası var ve birbirlerini sevmiyorlar. “Makedonya” ismi, Bulgaristan ve Yunanistan topraklarını da kapsayan coğrafi bölgenin adı, ama aynı zamanda Yunanistan’ın kuzeyinde bulunan ve Selanik’i de içine alan bölgenin resmi adı. Bu yüzden Yunanlılar “Makedonya” ve “Makedon” kelimelerinin kendi tarihleri ile olan bağlarını ve 1991’de bağımsızlığını kazanan bu ülkenin kendi topraklarına saldıracağını gerekçe gösterip “Makedonya Cumhuriyeti” ismine karşı çıkıyor. Bu yüzden 1995 yılından itibaren bu küçük ülke birçok resmi evrakta “Eski Yugoslav Cumhuriyeti Makedonya” ( FYROM – Former Yugoslav Republic of Macedonia) olarak tanınıyor.
Üsküp’te ilk olarak, Üsküp Kalesi’nin hemen altındaki yolun karşısında yer alan, 1492 yılında Yavuz Sultan Selim’in veziri olan Mustafa Paşa tarafından yaptırılan ünlü “Mustafa Paşa Camii” ni ziyaret ediyoruz. Cami hakkında biraz bilgi alıp fotoğraflar çektikten sonra, caminin hemen alt tarafında bulunan tarihi “Türk Çarşısı”na uğruyoruz. Çarşının trafiğe kapalı olan ve küçük küçük dükkanlardan oluşan kısmı geçekten görülmeye değer ve çarşıda herkes Türkçe biliyor, hatta camilerde Cuma hutbesinin bile Türkçe verildiğine şahit oluyoruz. Meydandaki caminin yanında bulunan çeşmenin suyunun şifalı olduğunu söylüyorlar yine yumuluyoruz, içiyoruz ne olduğunu bilmeden..Dağlardan geliyormuş
Taş Köprü…
Çarşıda yaptığımız kısa bir gezintiden sonra adeta Üsküp’ün simgesi olan, 15. Yüzyılda Sultan II. Mehmed tarafından Vardar nehri üzerine inşa edilen, 13 gözlü eşsiz bir mimari yapısı olan tarihi Taş Köprü’yü ziyaret ediyoruz. Sultan’ın isminden dolayı köprüye Fatih Sultan Mehmed Köprüsü’de deniyormuş. Köprünün çok ilginç bir hikayesi var. Bu köprünün bir tarafında çoğunlukla Türk ve Arnavutlar yaşıyor, diğer tarafında ise Makedonlar yaşıyor, yani bu köprü bir tarafındaki Müslümanlar ile diğer taraftaki Hristiyanları, aynı zamanda farklı dilleri ve kültürleri de birbirine bağlıyor, ancak 1555 yılındaki büyük depremde köprünün %80’i yıkılıyor. Makedonya Hükümeti Hollanda’dan aldığı bir kredi ve Türk Hükümeti’nin de desteği ile bundan 6 yıl önce restorasyon çalışmalarına başlıyor. Şu anda köprü restore edilmiş, hatta köprünün her iki tarafına Makedonya’nın tarihi kahramanları olan Büyük İskender, babası II.Filip, Rahibe Teresa, Çar Samuel ve Justinianus’un heykelleri yapılmış ve şu anda burası şehrin en hareketli ve sosyal noktası haline gelmiş.
Üsküp içerisinde ve Taş Köprü’de yaptığımız bu uzun gezintiden sonra yemek molası veriyoruz ve rotamızı Üsküp’ün meşhur köftecisi Hacı Destan Köftecisi’ne çeviriyoruz. Her ne kadar bizim Sultanahmet köftesine benzese de, etinden midir, yorgunluğumuzdan mıdır bilinmez inanılmaz bir lezzeti var köftenin. Yanında taze organik yoğurt, kıyılmış soğan, közlenmiş acı biber ve peynirli Makedon salatası ile servis ediliyor. Yanında mutlaka meşhur Makedon birası Skopsko’yu deneyin.
Kalkandelen (Tetovo)…
Öğlen yemeğinden sonra tarihi Türk Çarşısı’ndaki dükkanlardan birkaç hediyelik eşya alıp Kalkandelen’e doğru yola koyuluyoruz. Bir diğer adı Tetovo olan Kalkandelen, Makedonya’nın kuzeybatısında yer alan, başkent Üsküp ve Manastır’dan sonra ülkenin üçüncü büyük şehri. Burada görülmeye değer olan Alaca Camii ve Harabati Baba Tekkesi’ni ziyaret ediyoruz.
Kentin en ünlü camisi olan ve 1495 yılında yapıldığı tahmin edilen Alaca Camii, Balkanlarda bulunan en önemli Osmanlı-Türk eserlerinden birisi olarak kabul ediliyor. Hurdişe ve Mensure Hanım adlarında iki kızkardeş tarafından mimar İshak Bey’e yaptırılan cami 1833 yılında Recep Paşa’nın oğlu Abdurrahman Paşa tarafından Manastır’dan getirilen kadın sanatçılarca yeniden dekore ediliyor ve bizim bildiğimiz cami dekorasyonundan çok farklı bir yapıya bürünüyor, mutlaka görülmesi gereken bir eser.
Kalkandelen’deki bir diğer tarihi yer ise Harabati Baba Tekkesi. Kanuni Sultan Süleyman’ın ilk eşi olan Mahidevran Sultan’ın ağabeyi, Bektaşilik’te “dedebablık” makamını kuran ve 1520’de ilk dedebaba olan ve aynı zamanda da Kanuni’nin sadrazamlarından olduğu söylenen Server Ali Baba (Daha sonra koltuğunu bıraktığı için Sersem Ali Baba denildiğine dair rivayetler var) tarafından 1538 yılında yaptırılan Harabati Baba Tekkesi.
Etrafı duvarlarla çevrilmiş olan tekkenin kapısından içeri girdiğinizde binaların ne kadar eski ve bakımsız olduğunu görebiliyorsunuz. Hatta girişte soldaki binanın üzerinde hala kurşun delikleri var. Bizi karşılayan ve yarım yamalak Türkçesi ile şadırvanda bize tekke hakkında bilgiler veren şişman, kel ve sakallı Abdulmuttalip Bekri Derviş bize kendisinin de bir Makedon Türkü olduğunu, yıllarca dağlarda Makedonya’nın bağımsızlığı için savaştığını, daha sonra arkadaşları ile birlikte bu tekkeyi korumak için mücadele verdiklerini anlatıyor. Tekke 1945 yılında kapatılmış, 1948 yılında eşkiyalar tarafından yakılmış, birçok binası ahır olarak kullanılmış, daha sonra Yugoslavya döneminde turistik tesis olarak işletilmiş ancak Yugoslavya’nın dağılmasından sonra tekke yeniden canlandırılmış, ama bu sefer de Sünniler ile Bektaşiler arasında probleme sebep olmuş hatta 2003 yılında Sünni Birliği ile Bektaşi Birliği arasında dava konusu olmuş.
Ohrid…
Kalkandelen’deki gezimizi bitirdikten sonra Ohrid’e doğru yola koyuluyoruz ve kısa bir yolculuktan sonra Struga’da gölün kenarında bulunan Beograd Otel’ine yerleşiyoruz. Akşamı Ohrid’in merkezinde geçiriyoruz, Dalga ve Damar adındaki restoranları çok övüyorlar ama Dalga’da yer olmadığı, Damar ise çok pahalı olduğu için 200 metre ilerideki Pizzeria Leonardo adındaki pizzacıya gidiyoruz ve yemekten sonra otelimize dönüyoruz.
Ertesi sabah Ohrid merkezine gidiyoruz. Ohrid’in dünyaca ünlü incilerinin satıldığı dükkanlardan birinden hediyelikler alıyor, daha sonra halk pazarını geziyor, organik salatalık, elma, çilek vb meyvelerin tadına bakıyor, yerel peynirler, kestane balı ve közlenmiş biberden oluşan alışverişimizi yapıyor ve Manastır’a doğru yola koyuluyoruz.
Manastır…
Makedonya’dan Yunanistan’a geçerken Manastır’a uğramadan olmaz. Özellikle Mustafa Kemal’in askerliğe ilk adımını attığı Manastır Askeri İdadi’si Türk turistlerin buradaki en uğrak noktası. Bina eski haliyle durmasına rağmen çok özensiz bir şekilde korunmuş. Binanın içerisinde bir “Atatürk Anı Odası” var, içeride bir DVD gösterisi yapılıyor, Atatürk’ün bazı eşyalarının kopyaları ve birkaç fotoğraf var ama Atatürk’ün bu okulla ilişkisini gösteren bir fotoğraf bile yok. Oradaki yetkili bize Türk Hükümeti’nin binaya ilgi göstermediğini, sadece Şark Mobilya’nın sahibi ve eski bir Manastır’lı Memduh Şen’in yardımlarda bulunduğunu ve binanın onun sayesinde ayakta durduğunu söylüyor.
Askeri İdadi’yi gezip birkaç fotoğraf çektirdikten sonra öğle yemeğimizi yemek üzere Manastır şehir merkezine gidiyoruz. Manastır Üsküp’e göre hem daha modern hem de daha hareketli bir şehir. Şehrin merkezinde bulunan trafiğe kapalı cadde üzerindeki restoran ve kafeler şehrin gençleri ile tıkabasa doldurulmuş, adeta bir buluşma yeri haline getirilmiş. İlk yer bulabildiğimiz cafede baget ekmeği içerisinde hamburger köftesinden oluşan öğlen yemeğimizi yedikten sonra Yunanistan’a doğru yola çıkıyoruz.