Aslında Amsterdam’a gitmek üzere Londra’dan yola çıktığımız, ama trenimiz buradan geçtiği için “gitmişken burayı da görelim” diye uğradığımız Belçika, bu tatilimizin 3 günlük bir durak noktası oldu. Pasaport kontroldeki ukala polisin iğrenç fransız aksanı ile “ne kadar paran var, kredi kartın var mı?” sorusuna karşılık kabaran Türk’lük damarım ve yarım yamalak ingilizcemle adama attığım fırçanın ve o anda yanımıza yanaşan görevli müdürün yardımıyla problem yaşamadan giriyoruz Brüksel’e…
Brüksel son derece kozmopolit bir şehir, sadece AB ve NATO’nun merkezi olmakla kalmıyor, Avrupa’nın heryerinden gelen yabancılara da ev sahipliği yapıyor.
Malum öğrencilik ve gurbet durumları, biz yine Brüksel’in en eski ve en büyük gençlik hosteli olan Centre Vincent Van Gogh Hostel’de kalıyoruz.
Otele yerleştikten sonra bir şehir turu atmak üzere yola çıkıyoruz, tramvay ile ana cadde üzerinde giderken bir anda ara sokaklardan birindeki yüzlerce Türk bayrağı dikkatimizi çekiyor ve hemen iniyoruz. Chaussee De Haecht diye bir sokağa geliyoruz, burası tam bir Türk mahallesi ama sanki Afyon’un Emirdağ ilçesini kaldırıp buraya koymuşlar, herkes Emirdağ’lı burada. Hatta bazı Belçika’lılar Emirdağ’ın İstanbul’dan sonra ikinci büyük Türk şehri olduğunu iddia ediyor bize, kimbilir neler yazdılar Emirdağ hakkında J. Brüksel’e gelişimizden bir gün önce Türk milli futbol takımı 2002 Dünya Kupasında fırtına gibi esiyor, yarı finalde Japonya’yı 2-1 yenmiş ve üç gün sonra da Senegal ile kritik bir maça çıkacak. Doğal olarak mahallenin her yeri bayraklarla dolu. Mahallede inanılmaz güzel Türk restaurantları, cafeler, marketler, baklavacılar hatta Türkçe konuşan doktorlarla dolu bir hastane ve birkaç eczane bile var. Brüksel’de onlarca farklı ülkenin farklı lezzetlerini sunan restaurantlar var ama bunlar hakikaten pahalı yerler, biz yine Emirdağ’lı dostlarımızla kebap, ayran ve baklava ziyafeti çekiyoruz.
Brüksel deyince akla gelen en önemli görülecek yerlerin başında sanırım Atomium, Manneken-Pis ve Mini Europe geliyor.
Manneken-Pis dedikleri anıt, bronzdan yapılmış işeyen küçük bir çocuğun heykeli, nedendir bilinmez ama şehrin sembolü olmuş bu işeyen çocuk. Bize söylenen efsaneye göre büyücünün biri bahçesine işeyen çocuğu bir anda taşa çevirmek istemiş ama Harry Potter misali bronz olmuş işte…
1958 yılında EXPO’58 fuarı için yapılmış, daha sonra da Eyfel kulesi gibi kaldırılmamış ve şu anda Brüksel’in en önemli turistik noktalarından biri haline gelmiş olan Atomium yaklaşık 100m yüksekliğinde ve söylenene göre demir elementinin 165 milyon kez büyütülmesiyle oluşturulmuş. Anıtın en üst modülünden görebileceğiniz şehir manzarası anıtın en güzel kısmı.
Brüksel’in çikolataları da dünyaca ünlü, şehrin her tarafında ama özellikle Grand Palace etrafındaki çikolata dükkanlarında onlarca çeşit çikolata bulabilirsiniz. Fiyatları gerçekten çok pahalı da olsa en azından ünlü “ballotin de pralinler” den bir parça denemeden gelmeyin.. Hatta biraz çikolata alıp, Brüksel’in onlarca ünlü barından birinde bira keyfi yapmak çok güzel. Belçika dünyanın en iyi bira ülkesi olarak biliniyormuş, hatta bira festivalleri sırasında o bronzdan yapılmış Manneken çocuğu bile bira işiyormuş, adamlardaki fantaziye bak….